2022-05-20

DİKEY BAHÇELER: NORMALE DÖNÜŞ MÜ?

Dallar ve yapraklarla kaplanmış evler, ihmal edilmiş ve terk edilmiş binalar veya yıllardır bulunduğu çevrede kaybolmuş mimari kalıntılar genellikle harabeyi anımsatır. Fakat artık dikey bahçeler şehirlerimiz de giderek artan ölçüde görünür hale geldi.

Bunun yanı sıra, son on yılda gezegenimizin ısınmasını dudurmaya yönelik küresel arayış 1950’lerde İtalyan mimar Matteo Thun tarafından savunulan insan ve doğa arasındaki yenilenen ilişki fikrine yeni bir yön verdi.

Bugünlerde, yaşayan duvarlar veya dikey bahçeler olarak adlandırılan şey, günümüzün en önemli kentsel sorunlarının çoğunu çözmek için mimarlar tarafından dikkatlice kalibre edilmiş bir girişim olarak ortaya çıkıyor.

Ve bu sorunların başında şehirlerimizin hızla ısınması var.

Binaların ve yolların güneş enerjisini emdiği ve geceye bıraktığı ısı adası etkisi adı verilen durum sayesinde, yüzyılın sonuna kadar kentsel alanlar 4,4 santigrat dereceye kadar ısınabilir. Bu durum Kuzey Kanada’da yaşayan biri için tehdit edici görünmese de, daha güney enlemlerinde yaşayan şehir sakinleri üzerinde solunum güçlükleri, kramplar, yorgunluk ve hatta sağlıkla ilgili ölümler gibi ciddi etkileri olacaktır.

Mimarlar artık sadece tek tek binaları soğutmanın ötesinde, tüm kentsel alanların sıcaklığını düşürmenin çözümü olarak bitki kaplı cepheleri lanse ediyorlar. Ve elbette her büyük şehirde fışkıran ormanlara ve yemyeşil, yüksek tarlalara dönüştürülebilecek milyonlarca metrekarelik boş duvarlar ve çatılar var.

Bu tür Babil tasarımı büyük ölçüde uygulanırsa, yaşamımızı büyük ölçüde değiştirecektir: Örneğin bizi serin tutmanın ötesinde, milyonlarca bitki taze oksijen sağlarken havayı temizleyerek şehrin akciğerleri haline gelecektir. Evlerimizi ve ofislerimizi ses geçirmez hale getirirken işlek bir caddenin gürültüsünü emecek; yuvalayan kuşlar ve polen taşıyıcılar için yaşam alanı sağlayarak biyolojik çeşitliliği artıracak ve şehir sakinlerinin ruhsal sağlığını iyileştirecektir.

Sağlayacakları yararlar bu kadar çok iken neden daha önceden şehirlerimiz yeşil vahalara dönüştürülmedi?

Singapur’dan Londra’ya Amsterdam’dan Sidney’e iddialı projeler yürütülürken, biyofilik tasarımlar, bazı mimarların şehirleri çayırlara dönüştürmenin uygunluğunu sorgulamalarıyla emekleme aşamasındadır.

Büyük parklarla aynı bakımı gerektiren büyük devasal dikey bahçeler yaratmanın ticari etkisi ne olur? Uygun bir sulama sistemi geliştirebilir miyiz? Dikey bahçeler, fırtına gibi kötü hava koşullarına dayanabilir mi? Ve son olarak tüm yeşil alanlar, sivrisinekler ve böcekler sorununu beraberinde getirecekler?

Baktığımız da gerçekten de hala cevaplanması gereken önemli sorular var, ancak son noktaya gelmeden önce diğer tüm çevresel çözümlerinde bu tür sorularla gölgelendiğini unutmayalım. Bugün birçok ülkede en ucuz elektrik kaynağı olarak kullanılan güneş enerjisi için de uzmanlar, asla ticari olarak uygulanabilir olmayacağını söylemişlerdi.

İtalyan mimar Thun’a göre; insan ve doğa arasındaki yenilenen ilişki bir “normalliğe dönüşü” temsil ediyordu. Elbette bugün bu tabir yeni bir anlam ve öncelik kazandı; Gezegenimizin yıkıma doğru giden ısınmasını limitlemek anlamındaki normalleşme gibi.

Yaşayan sistemlerin mimari tasarıma dahil edilmesi çözümün merkezi bir parçası haline gelirse, geleceğin şehri Jetgiller’den değil, Indiana Jones’tan bir sahne gibi görünebilir. Kent yaşamını doğayla birleştirme potansiyeli, Wicona Meets’in Rudi Scheuermann’ın yer aldığı son bölümünde tartıştığımız konulardan biridir. Bina giydirme tasarımında uzmanlaşan Rudi, dünyanın en iddialı ve zorlu tasarım ve mühendislik projelerinden bazılarının ön saflarında yer alan çok uluslu firma Arup’un “yeşil temsilcisi”dir.

BİZE ULAŞIN

Profesyonel tavsiyeye mi ihtiyacınız var? Bizimle paylaşmak istediğiniz bir öneriniz mi var? Aşağıdaki bağlantıya tıklayarak bir uzmanla temasa geçin.

İletişim